Marc D. Hauser: Ahlakın Kaynağı Din Mi, Biyoloji Mi?

Posted by Unknown 27.2.11 , under | No comments

Pek çokları için ahlaklı yaşam dindarca yaşamın eş anlamlısı olarak görülür. Matematik öğrencileri için 1=1, kimya öğrencileri için Su=H2O neyse, dini eğitim alan insanlar için de, Ahlak=Din'dir.

Bu denklem basitmiş gibi görünüyor ama konuyla ilgili üç değişik çıkarım yapılabilir.





Birinci ihtimal, eğer din ahlağın tek kaynağıysa o zaman din eğitimi almayanlar ahlak yoksunu biçimde günah denizinde başıboş dolanıyorlar demektir. Dinibütün olanların elinde ise çok özel bir ahlaki pusula vardır.

İkinci ihtimal, aslında herkesin içinde neyin ahlaki açıdan doğru veya yanlış olduğunu gösteren bir mekanizma vardır, ama dini eğitimi olanlar bu mekanizmayı daha verimli kullanırlar ve kendilerini korurlar.

Üçüncü ihtimal ise, dinler bazı ahlaki değerlere yer vermiş olabilirler, ama bu tüm dini öğütlerin doğru olduğu anlamına gelmez. Bazı dinlerde bulunan merhamet, bağışlama ve empatiyi benimserken, bir yandan da aynı dinlede bulunan ayrımcılığı, nefreti, öfkeyi, din için başkalarını öldürmeyi ahlaksızca bulabiliriz.

Bu yorumlarımla dinlere ya da dinlere inanan topluluklara karşı bir tavrım yok. Ancak "dinler ahlağın tek ve en mükemmel kaynağıdır" tezine karşı duruyorum. Peki ahlaki değerlerimizin kaynağı din değilse, diğer etmenler neler olabilir?

Bu soruya verilebilecek yanıtlardan biri, zihin üzerine yapılan çalışmalardan gelebilir. Yapılan son araştırmalarda, tüm insanların, genç ve yaşlı, kadın ve erkek, tutucu ya da liberal, budist ya da yahudi, ilkokul mezunu ya da profesör, dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun ahlakla ilgili aynı biyolojik koda sahip olduğunu gösteriyor.

Bu evrensel kodumuz, bilinçaltında kararlarımızı etkileyen ilkeler ve prensipler sağlıyor. Tarafsız, rasyonel ve duygulardan bağımsız ilkeler. Kime yardım edeceğimizi ya da kime zarar vereceğimizi bize doğrudan söylemiyor. Bunun yerine, karşılaştığımız olayları kavramamızı sağlayan soyut kurallar vasıtasıyla neyin kabul edilebilir, neyin kabul edilemez olduğunu sezgilerimizle anlamamızı sağlıyor. Üstelik bunu adil biçimde yapıyor... Peki bunun bir kanıtı var mı?

Araştırmalarımızda ne gibi konuları değerlendirdiğimizi görmek isterseniz ahlaki eğilim testimize katılabilirsiniz. Kayıt esnasında size cinsiyetiniz, yaşınız, milliyetiniz, eğitim düzeyinizi, politik görüşünüz ve dininizle ilgili bilgiler sorulacak. Giriş yaptıktan sonra çeşitli senaryolarda ahlaki açıdan vereceğiniz kararlar sorulacak.

Çoğu senaryo ahlaki ikilemler içeriyor. Önyargılı karar vermemeniz için daha önce karşınıza çıkmayan örnekler veriliyor. 'Ötenazi' ya da 'çocuk aldırmak' gibi tartışmalı, kanunların ya da dinlerin bir şekilde yol gösterdiği veya karara bağladığı sorular sorulmuyor.

Örneğin; bir hastanede ölüm-kalım durumundaki beş farklı hasta, beş farklı organ nakli için beklerken, o sırada tesadüfen hastanede bulunan sağlıklı bir kişinin organlarının alınıp, doktorların diğer beş hastayı kurtarmasına izin verilebilir mi?

Veya bir fabrikada, bir kaçaktan dolayı zehirli gazın sızacağı odadaki kişilerin ölmemesi için, bir başka kişinin bacadan içeri itilerek gaz salınımının durdurulması, böylece 7 kişi yerine 1 kişinin ölmesine izin verilebilir mi? Bunlar gerçekten sezgilerimizi zorlayan ahlaki ikilemlerdir. Bizi ‘hayat kurtarmak iyidir’ ile ‘öldürmek kötüdür’ arasında senaryo gereği bir çatışmaya iter.

Araştırmalarda, bunlar gibi yüzün üzerinde ikileme verilen binlerce cevaba baktığımız zaman insanlar arasında kadın-erkek, inançlı-inançsız, tutucu-liberal, genç-yaşlı hiçbir fark olmadığını görüyoruz. İlk defa karşınıza çıkan olaylarda verdiğiniz ahlaki kararlarda, kültürel geçmişiniz hiçbir rol oynamıyor.

Bu durumlarda sizi bilinçaltından gelen ses, biyolojik kodunuz yönlendiriyor. Eğilimlerimiz, müdahale etmenin kendi haline bırakmaktan daha kötü olduğu yönünde. Birine müdahale ettiğimiz zaman eğer onu mevcut durumundan daha kötü bir duruma getiriyorsak, amacımız çok daha büyük ve önemli de olsa yaptığımızın yanlış olduğunu düşünürüz. Bu, engellenebilen zarar ile engellenemeyen zarar arasındaki farktır. Hastanedeki sağlıklı olan kişiyi öldürmektense, diğer beş kişiyi ölüme terkederiz... Bu seçim duygusal değildir, taraflı değildir ve genel geçerdir.

Peki bu biyolojik kod evrenselse ve herkesin içinde varsa neden insanlar arasında buna uymayan pek çok yanlış ve ahlaksız davranış var? Bunun cevabını anlamak için duyguları, hisleri ve grup psikolojisini düşünmek gerekiyor.

Sinema sektörünün de favorilerinden olan soğuk kanlı bir psikopatı ele alalım. Onları; pişmanlık duymayan, suçluluk hissetmeyen, utanmaz, doğruyla yanlışı ayrırt edemeyen kontrolsüz canavarlar olarak düşünürüz. Ancak yapılan araştırmalarda aslında onların da neyin doğru ya da yanlış olduğunun farkında olduğunu ancak umursamadıklarını gösteriyor. Yani aslında ahlaki algıları bütün, ancak duyguları hasarlı ve davranışları da bu sebeple anormal.

Burada yetiştirmenin ve eğitimin önemi ve tehlikesi ortaya çıkıyor. Bir grupta sürekli grup üyelerini över, kendi kendilerini yüceltirseniz, isteyerek ya da istemeyerek o grubun dışında kalanları ötekileştirir ve nefret tohumları ekersiniz. Bu da gruba dahil olmayanların değersizleşmesine, insan sayılmamasına ve hatta parazit olarak görülmesine sebep olur. Bu nefret ve iğrenme yerleştikten sonra ise grup dışındakiler, gruptakiler tarafından ‘temizlenmek’ istenecektir.

Dalai Lama Çinlileri kültürel soykırım yapmakla suçladığı zaman sadece Çinlilerin Tibetlilerin kültürel geçmişlerini yoksayması ve yaşanmasını engellemesi hakkında bir açıklama yapmamıştı, aynı zamanda ayrımcılığı körükleyen ve nefreti tetikleyen bir zihniyete karşı dünya uluslarını uyarmak istemişti.

İnsanlar da dahil tüm hayvanlar grupiçi-grupdışı ayrımını yapabilecek kapasiteye sahiplerdir. Ama grubun seçimi genlerden ziyade yaşam deneyimine bağlıdır.

Örneğin, çocuklar üzerinde yapılan araştırmalardan biliyoruz ki 1 yaşındaki bebekler kendi ırklarından insanların yüzüne bakmaya, kendi anadillerinde konuşan insanları dinlemeye, hatta aynı dilin kendi lehçelerini konuşanlara karşı dikkat kesilmeye eğilimliler.

Bu sosyal kategoriler tecrübeyle ve zamanla kurulur. Ancak önemli olan bunların soyut olduğudur. Örneğin yukardaki ırksal önyargı, anne ve babası farklı ırklardan olan çocuklarda ortadan kalkmaktadır. Çevresinde farklı ırklardan insanlar olanlar, olmayanlara oranla çok daha az önyargılıdır. Bu nedenle ayrımcılığa ve grupsal önyargılara karşı en etkili yöntem farklı dini, ırksal, dilsel, sosyal gruplara açık olmaktır.

Yanlış anlaşılmamak için söylediklerimi biraz daha netleştireyim, evrimsel açıdan ahlaki bir yaşam sürmek için tamamen donanımlı biçimde evrimleştiğimizi iddia etmiyorum. Bu iki önemli sebepten dolayı pek olası değil.

Birincisi, evrim sürecinin uzunluğu ele alınırsa insanın ahlak değerleri bugün yaşadığımız zamanla karşılaştırılmayacak aşamalardan geçti. Eskiden hiçbir kuralın olmadığı küçük kabileler halinde yaşıyorduk. Şimdiyse kalabalık ve dağınık biçimde, karmaşık kurallar ve kanun uygulayıcılarla beraber yaşıyoruz. Ayrıca bilimdeki büyük gelişim sebebiyle evrim geçiren zihnimizin hiç karşılaşmadığı durumlarla karşı karşıyayız.

İkincisi ise, mevcut ahlaki değerlerimizi anlamaya çalışmak ve mümkünse ilerletmek, ahlaklı bir yaşam sürmenin gereğidir. Bir ahlak eğitimine gerçekten ihtiyacımız var, çünkü kendi ahlak sistemini dayatanlara karşı insanlığın evrensel değerlerini savunan, ayrımcılığa karşı duran ve çoğulculuğu savunan insanlara ihtiyacımız var.



                                                                                     Marc D. Hauser



Kaynak: Agnostik

0 yorum :

Yorum Gönder